15 Eylül 2007 Cumartesi


DOKTORLAR NASIL DÜŞÜNÜR?

Doktorlar Nasıl Düşünür? - Dr.Jerome Groopman, Mikado Yayınları, Eylül 2007


Bazen basit bir öksürük nedeniyle, bazen de dayanılmaz ağrılar eşliğinde hastanelerin ya da doktor muayenehanelerinin kapılarını aşındırdığımız olmuştur. Sağlığın; paradan, kariyerden, sosyal statüden daha önemli olduğunu bu zamanlarda anlarız. Çünkü ağrınız neredeyse, canınızın attığı yer de orasıdır. O keskin ağrının dinmesi için servetimizi, gözümüzü kırpmadan verebileceğimizi hissederiz.

Muayene sırasında, en önemlisi hasta-doktor arasındaki ilişkidir. Hasta; ıstırap çektiği için, doktorun sanki hayattaki tek hastası oymuş gibi onunla ilgilenmesini bekler. Doktor açısından bakıldığında ise, gün içinde muayene ettiği, onlarca hastasından biridir karşısındaki. İşte bu çelişki; çoğunlukla problem yaratır. Genellikle doktorun vücut dilinden, hastanın acele etmesi gerektiği sonucu çıkar. Hasta, kendini tam olarak ifade edemediği, derdini anlatamadığı için, yetersiz, eksik bazen de yanlış teşhisle doktorun kapısından çıkar.

Sağlığın, bir hizmet sektörü olduğunu kabul edersek, burada hizmet almaya gelen kişinin, üstelik hastalık sebebiyle daha çok ilgiye muhtaç olduğunu düşünebiliriz. Hekim, onunla gerektiği gibi ilgilenmediği, doğru sorular sorarak onu yönlendirmediği için, hastanın morali daha da bozulur. Kim ne derse desin, hasta ile doktor arasında duygusal bir bağ kurulur. Bu; elbette, hasta açısından geçerlidir. Hatta kimi zaman, doktorunun tavrı nedeniyle ondan korkar, aramaya, bir şey danışmaya çekinir.

Özellikle, ülkemizdeki sağlık sorununu ele alırsak, yukarıda anlatılanların aslında ne kadar doğru bir yaraya parmak bastığını görebiliriz. Devlet hastanelerinde, bir doktor başına düşen hasta sayısı oldukça fazla. Bu da, günde aslında belirli bir sayıda kişi muayene etmesi, onlara en azından 5-10 dakikadan fazla zaman ayırması gereken doktorlarımızı oldukça güç durumda bırakıyor. Özel hastanelere gidebilen şanslı azınlık ise bir nebze daha rahat. Ancak oradaki doktorlar da, zaman zaman ilgisiz, yoğun olabiliyorlar.

Bel ağrılarım nedeniyle başvurduğum ortopedistim, fıtık olma olasılığım nedeniyle bir nörologa görünmemin iyi olacağını söylemişti. Randevumu aldım, sıramı bekledim. İçeri girdiğimde, doktorun telaşlı tavrı, benim paniklememe, kafamın karışmasına neden oldu. Sorunun ne olduğunu sordu, bel ağrılarım diye cümleme başlamıştım ki, hiç abartmıyorum, "benim alanım değil, fizik tedavi uzmanına görünmeniz lazım" dedi. Muayene bile etmediğini hatırlattım kendisine, hafif sinirlenerek. "Bir konferansa yetişmem gerek, siz fizik tedavi uzmanından randevu alın" diyerek, beni, odadan bir an önce çıkartmaya çalıştı. Bütün bunlar, şu anda İstanbul'da birden fazla şubesi bulunan özel bir hastanede oldu. Dünyanın parası, sadece muayene olmadan azarlanmak için verilmişti.

Sonrasında aynı hastanede başka bir uzmana muayene oldum. Fizik tedavi doktoruna hiç gitmedim çünkü ihtiyaç yoktu. Fıtık başlangıcı teşhisiyle dikkat etmem, ağır kaldırmamam gerektiği anlatıldı. İkisi de aynı hastanenin aynı branştaki doktoruydu, ama farkı görmem hiç de zor olmamıştı..

"Doktorlar Nasıl Düşünür?" adlı kitapta, yanlış teşhislerin yıllarca süren gereksiz tedavilere, ölümlere yol açabildiğini, hastanın kendisini nasıl ifade etmesi gerektiğini, ne tip sorular sorarak bir muayeneden verim alabileceğini, çeşitli örnek olaylarla anlatılıyor. Kendisi de doktor olan yazar, zaman zaman hasta konumunda bulunduğu anılarını da kitaba dahil etmiş.

Çevremde o kadar çok yanlış teşhis kurbanı tanıdığım var ki, açıkçası kitabın arka kapağını okuduktan sonra ne kadar kolay hata yapılabildiğinin farkına vardım. Doktorun dinlemeden, hastayı iyice analiz etmeden verdiği kararların ne derece vahim sonuçları olabileceğini ise kitabı okuduktan sonra farkettim.

Tıp; muamması oldukça fazla olan bir alan. Ne kadar ilerlediğini düşünürsek düşünelim, Allah'ın yaratmış olduğu, kul yapısı olmayan vücudumuzun bir sürü bilinmeyeni olduğunu kabul etmemiz gerek. Bu durumda, doktorların bu konuyla ilgili herşeyi bilmeleri de mümkün olmuyor. Tıbbın belirli alanlara ayrılmasının, uzman yetiştirmesinin de sebebi bu. Üstelik tıbbın bir bilim olduğunu kabul etmemiz de zor. Bugün evet dediğine yarın hayır diyen bir bilim dalı olamaz. "Kanser Cinayetleri" yazıma yorum yapan Sayın Doç.Dr.Yalçın Güran'ın dediği gibi, doktorluğu bir sanat olarak kabul etmek en doğrusu. Kitap da bu tezi doğrular nitelikte; doktor-asistan ilişkisini, usta-çırak ilişkisine benzetmiş. Kitabın içindeki genel ifadelerde de "tıp bilimi" yerine "tıp sanatı" terimi kullanılıyor.

Elbette kitap, hiçbir doktoru karalamak niyetinde değil. Bazı olaylar da doktor adları gizli tutularak yazılmış. Kitabın asıl amacı, hatalardan ders çıkararak, neyin doğru, neyin yanlış olabileceğini bulmak, doktorun başlıca görevlerinden olan hastayı dinlemenin önemini vurgulamak. Hasta olan kişinin de doktoru doğru yönlendirerek, yalan söylemeyerek tedavisinin en etkili biçimde yapılmasını sağlamak.

Biz de toplum olarak hakkımızı aramaktan biraz vazgeçmiş gibiyiz. Bize yapılan haksız uygulamaları, olduğu gibi kabul edip köşemize çekiliyoruz. Çok yakın bir tanıdığım, senelerce devlet hastanelerine gitmekteydi. Maruz kaldığı davranışları beğenmese de, oradaki herkesin aynı durumda olduğundan, hatta kendisinden daha kötü durumda olan hastaları gördükçe haline şükrettiğinden bahsederdi. Nihayet yakın zamanda yine devlete ait bir sağlık merkezinde muayene olması gerekti. Anlattığına göre doktor onu dinlemiş, ilgilenmiş, her türlü gerekli tahlilini yaptırdıktan sonra da tedavi önermiş. Bunu öylesine bir sevinçle anlatıyordu ki, o anda ondan daha mutlusu yoktu. "Adam yerine kondum" dedi, kendi cümleleriyle... Oysa ki, sağlık merkezinde yapılması gerekenden bir gram fazla birşey yapılmamış, gerektiği gibi davranılmış. Ama günümüzde koşullar o kadar ağırlaştı ki, bu davranış son derece normal olması gerekirken, sıradışı sınıfına girmişti tanıdığımın gözünde...

Bir muayene sonrasında; kendisi telefonlaşalım dediği halde, 3-4 gün üst üste aramama rağmen, bir türlü doktorumla görüşememiştim. Bıraktığım onca nota rağmen, kendisi asla bana geri dönmedi. Benim için önemli bir konuydu, ancak kendisi bir çok hasta baktığından olsa gerek, beni ihmal etmişti. Çok çaresiz hissettim; neticede konu sağlıktı, başka bir doktora hemen görünsem mi diye düşündüm ama herşey sil baştan olacaktı. Bekledim, nihayet 5. gün telefon etti, özür bile dilemeden, neden dönemediğini açıklamadan, gayet soğuk bir ses tonuyla bulgularını açıkladı. Elbette, bir daha asla o doktora gitmedim, kimseye de tavsiye etmedim. Zaten yeterince yoğun olduğu belli, hasta sayısını arttırmanın anlamı yoktu. Ancak hiçbir doktorun, iki muayene arasında, 5 dakikalığına da olsa hastasına telefonla dönememesinin herhangi bir mazereti olabileceğini düşünemiyorum.

Bütün olumsuz örneklerin yanısıra, hem devlet hastanelerinde, hem de özel hastanelerde yaşanan olumlu örnekler de var. Uzun yıllar tedavisini gördüğüm hastalığımı yenmemde ilaçlardan çok, doktorumun etkisi olduğunu biliyorum. Her aradığımda ulaşabildiğim, ulaşamadığım durumlarda aynı gün mutlaka beni arayan, her muayenemde beni rahatlatıp, bana destek olan harika doktorum olmasaydı, bu hastalığı atlatmam mümkün olmayabilirdi. Şu anda tamamen iyileşmiş olmamı ona borçluyum.

İster devlet hastanesi olsun, isterse özel kuruluş olsun, sağlıkla ilgili verilmesi gereken hizmet, doktorun otomatikleşmemesine de bağlı. Eğer doktorunuz, gözlerinizin içine bakıp, o anki durumunuzu tahlil edip, size o şekilde yaklaşabiliyorsa, kurumların pek de önemi kalmıyor bu noktada. Önemli olan ilk teşhiste, ilk karşılaşmada olumlu bir şeyler yakalayabilmek. Hasta, doktoruna güvenmeli, ona inanabilmeli. Zaten çaresiz hissederken kendini, hekimin de onun psikolojisini anlamasını istiyor. Sahi, hekimler tıp öğrenimleri boyunca uzmanlıkları olmasa da, psikiyatri dersleri alıyorlar değil mi? Alıyorlarsa bile, uzmanlık dalları ne olursa olsun, hekimlikleri boyunca özellikle hastayı anlama açısından çok yararlı olacak psikoloji ile psikiyatri alanında araştırma yapmaları gerektiğine de yürekten inanıyorum...


Hiç yorum yok: