30 Ağustos 2007 Perşembe


ATATÜRK'ÜN FİKİR SOFRASI

Atatürk'ün Fikir Sofrası - İsmet Bozdağ, Tekin Yayınevi, 2002



Atatürk'ün sofrası üzerinde çokça konuşulup, çeşitli adlandırmalar yapıldı, zaman zaman da bazı kesimlerce "Sarhoş Sofrası" olarak anıldı. Oysa ki, bu sofralar, dönemin ileri gelenlerinin yer aldığı, sohbet havasında birçok önemli kararın sonuca bağlandığı toplantılardı.

İsmet Bozdağ'ın kaleme almış olduğu "Atatürk'ün Fikir Sofrası"nda, bazen neşeli, bazen de oldukça gergin bir havada geçen bu toplantılarda nelerin konuşulduğunu, kısa kısa anılarla bizlere aktarılıyor. Yazarın; sadece yazılı belgelere dayandırmadan, o sohbetlere bizzat tanıklık etmiş, orada bulunmuş kişilerin ağzından da bu yaşananları onaylatmış olduğunu her yazının sonundaki notlardan anlayabiliyoruz.

Sözkonusu dost meclislerine, şuursuzca dil uzatarak "Sarhoş Sofrası" yakıştırmasında bulunanların, içeriğini net olarak bilmedikleri için, bu toplantıların amacını anlamalarını tabii ki beklemiyorum. Kendini bilmezlik sınırlarını iyice aşmış olanlar, sadece bu konuda değil, Atatürk'le ilgili her konuda kendisine yakıştırmalar yapmayı görev edinmiş durumdalar.

Atatürk, bu toplantılara yalnızca devletin ileri gelenlerini değil, dönemin önde olan kültür, sanat, edebiyat adamlarını da davet eder, fikir alış verişinde bulunurdu. Bir konu hakkında düşüncesi olanı sabırla dinler, yeri geldiğinde de karşısındakini zorlayarak, sorular sorarak sohbete katılımını sağlardı. Bu konuşmaların hiçbirinde kendisinin övülmesini istemez, övenleri uygun bir dille susturur, daha çok dürüstçe fikrini söyleyebilenlere değer verirdi.

Yine böyle akşamların birinde, 1931 yılının Ağustos ayında, Atatürk ile arkadaşları Dolmabahçe Sarayı'ndaki sofranın etrafında toplanmışlardı. Dr. Reşit Galib de, konuklar arasındaydı. Kendisi, doktor olduğu halde, daha çok dil, tarih ve İslamiyet konularında yazdığı yazılarla tanınan sıkı bir devrimciydi. CHP parti meclisi üyesi olarak Halkevleri'ni denetliyor, yönetiyordu. Konu; halkevlerinde kurulan tiyatro kollarına geldi. Erkek eleman sıkıntısı yoktu, ancak kadın eleman bulmakta zorlanıyorlardı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı'na başvurulmuş, kadın öğretmenlerin tiyatro kollarına yardımcı olması istenmişti. Ancak Bakan, Dr.Reşit Galib'in bu isteğini reddetmişti. Sebep olarak da; tiyatroda görev alan kadın öğretmenlerin, eğitim gücünün eksileceğine olan inançtı. Dr. Reşit Galib; Milli Eğitim Bakanı, aynı zamanda Atatürk'ün hocası olan Esat Mehmet Bey'i sert bir dille eleştiriyordu.

Atatürk, kendisinden eleştirilerinin dozunu ayarlamasını rica etti. Reşit Galib, bildiğini okumaya devam edince, ikazlarını sürdürdü. Nihayetinde, uzlaşma olmayacağı anlaşılınca Atatürk, kendisinin istirahat etmesinin uygun olacağını söyledi. Herkes, Galib'in masadan kalkmasını beklerken, hiç umulmadık bir şey oldu. Galib, "Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır!" dedi. Bunun üzerine Atatürk izin isteyerek masadan kalktı. Peşinden diğer konuklar da hareketlendiler. Galib, masada yalnız kalmıştı.

Ertesi sabah yaptıklarından pişman olan Dr. Reşit Galib, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu aracılığıyla, Atatürk'ten özür diledi. Bu olaydan birkaç ay sonra da, yine Atatürk'ün sofrasına davet edilen Galib, Milli Eğitim Bakanı oldu...

Bir başka olay ise, Atatürk 1933 senesinde Cumhuriyet'in 10.yıl kutlamalarına katıldığında gerçekleşti. Her zaman halkıyla bütünleşmekten yana olan Ulu Önder, hayli kalabalık olan balo salonuna inmek istedi. Böylece vatandaşları ile içiçe olabilecek, söylemek istediklerini dinleyebilecekti. Salona geldiğinde, söz isteyenleri teker teker kabul etti. İçlerinden biri de o zamanlar yeni doktor çıkan Zeki Bey idi. Zeki Bey gözlemlerini Gazi'ye bir bir anlattı. Bunların arasında en önemlisi, idealler ve ülküler ile ilgili olandı. Atatürk buna şu şekilde cevap vermişti: "Manevi köprülerimizi sağlam tutmamız lazımdır. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Tarih bağı, folklor bağı kurmamız gereklidir. Bunları kim yapacak? Elbette biz! Nasıl yapacağız, işte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Türkiyat Enstitüsü'nü kurduk. Kültürümüzü bütünleştirmeye çalışıyoruz. İşitiyorum, benim dille, tarihle uğraştığımı gören bazı kısa düşünceli vatandaşlar, 'Paşa'nın işi yok, dille, tarihle uğraşmaya başladı' diyorlarmış. Yağma yok...Benim işim başımdan aşkın...Ben bugün ileri bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye'sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum."

Ayrıca, tüm bu dil, tarih devrimlerinin yanısıra, "Musiki Devrimi"ne de oldukça önem vermiştir. Yine bir gece, masadakilere "En zor devrim hangi devrimdir?" diye sormuş, cevapları dinledikten sonra; "Musiki devrimi. Çünkü insana, kendi kültürünü, iç alemini inkar ettirmekle başlar. Onun için zordur! Bu da gelecektir, bu da olacaktır!" demiştir. Nitekim, kısa bir süre sonra, radyolardan Türk Müziği kalkmış, yalnız halk türküleri ile klasik Batı müziği yayınları başlamıştır.

Yukarıda anlatılan olaylar gibi, bir çok hikayenin yer aldığı kitabın en can alıcı bölümü, "Atatürk Sofralarının Rengi"dir. Bu bölümde, sofraya kimlerin çağrılıp kimlerin çağrılmadığı, Ulu Önder'in günlük hayatı ile özellikleri anlatılıyor.

"Mutad Zevat", alışılmış kişiler demektir. Atatürk'ün sofrasında da her daim bulunan kişilere - ki bunlar 4 kişiydi -mutad zevat deniyordu. Bunlar; Nuri Conker, Salih Bozok, Kılıç Ali, Recep Zühtü idi. Recep Zühtü beraber olduğu kadını otel odasında vurunca sofradan uzaklaştırılmıştı. Bu kişiler, hem Atatürk'ün eski arkadaşlarıydılar, hem de bir nevi koruyucu görevini üstleniyorlardı. Atatürk'ün sofrasına habersiz gelinmezdi. Habersiz gelebilecekler bu 4 kişiyle beraber, Başvekil İsmet Paşa, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile Celal Bayar'dı.

Sofraya katılmak isteyenler yaverlere haber verir, böylece davet edilirlerdi. Atatürk'ün şahsen davet ettikleri de olurdu. Sofrada genellikle devlet işleri konuşulur, yorumlar yapılırdı. Atatürk, konuşmak isteyen herkesi dinler, tartışırdı. Kararı kendisi verir ama, çevreyi de kendisi hazırlardı. Bunun için kullandığı araç "Sofra"sıydı.

Sofranın karşısında daima bir kara tahta bulunur, gerektiğinde kullanılırdı. Masadan eksik olmayan tek kişi ise Nuri Conker'di. Diğerleri izin alıp ayrılsalar da, o mutlaka yanında olurdu. Atatürk'le şakalaşmak hakkı da yalnız ona aitti. Ulu Önder, içki içerken mezelere dokunmaz, onun yerine leblebi ile yetinirdi. Zaten, onu ölüme götüren karaciğerindeki sorun da yemek yememesinden kaynaklanıyordu. Sofrada yemek servisi yapılana kadar, konuşulması gerekenler konuşulurdu, servis başladığında ise o gecenin sonuna gelindiği anlaşılır, yemek bitiminde masa dağılırdı.

İsmet Bozdağ'ın bu harika kitabında, yukarıda sayılanlar dışında pek çok ilginç detayı da yakalamanız mümkün oluyor. Atatürk'ün sofrasının gerçekte ne olduğunu bilmeye hevesi olanlar için mutlaka okunması gereken bir araştırma.

Bu vesile ile, sadece sofrasını değil, her yönüyle onu eleştirenlere inat, 30 Ağustos Zafer Bayramı gibi anlamlı bir günde Ulu Önderimizi bir kez daha şükranla, rahmetle ve minnetle anıyoruz...

Hiç yorum yok: