21 Ağustos 2007 Salı


MÜLAKAT ANILARI:BİR BAŞKA İNSAN KAYNAKLARI

Mülakat Anıları: Bir Başka İnsan Kaynakları - Mehmet Erkan, Varlık Yayınları, 2007


İş hayatının olmazsa olmazlarındandır mülakatlar. Çalışan her insan, hayatı boyunca, bu stresli deneyimi en az bir kez yaşamıştır.

"Mülakat Anıları", tamamen yaşanmış iş görüşmelerinden oluşan bir kitap. Yalnızca isimler değiştirilmiş. Bu tarz görüşmelerin ne kadar gerilimli olduğunu da unutmuş olanlara hatırlatıyor. Beni de seneler öncesine götürdü. Banka mülakatımda, kendimi tanıtırken o kadar heyecanlanmıştım ki, nefes almayı unutmuştum. Konuşurken, sesim birden duyulmamaya başladı. Mülakatı yapan kişi, halimi anladı da; "lütfen nefes alın, rahat olun, öyle devam edin" dedi. İşte o zaman durumu farkedip kendime gelebilmiştim.

Mehmet Erkan, mülakat yapan taraf olarak, masanın diğer yanında oturanlardan. Kitabının içindeki maddelemeler de, iş ilanlarının özeti aslında. Üniversite mezunu, İngilizce bilen, kırk yaşını aşmamış, dış görünümüne özen gösteren, esnek çalışma saatlerine uyum sağlayabilecek, yeni mezun şeklinde ayrılmış olan bölümler, bütün içeriği oluşturuyor.


Yazarın kitabında dem vurduğu gibi, iş ilanlarında klasik hale gelen üniversite mezunu ibaresi ne kadar doğru? Sanki ülkemizde okumak çok kolaymış gibi, uygun olsun olmasın her işe üniversite mezunu yerleştirmek ne derece mantıklı? Lise mezunlarının hiç şansı yok mu?

Bütün bunları tartışırken üniversite mezununun ne anlama geldiğini açmak gerekiyor. Bilindiği gibi üniversite, belirli bir alanda ihtisas yapmak üzere, temel eğitimin ardından devam edilen bir okuldur. Bazıları oldukça spesifik alanlardır; tıp, hukuk, veterinerlik gibi. Bu alanlardan diploma sahibi olmayanlar doktorluk, avukatlık ya da veterinerlik yapamazlar. Bazı alanlar ise daha geneldir; işletme, siyasal bilgiler, iktisat gibi. Bu alanlardan mezun olanlar bir şirket yönetebildikleri gibi, siyasetçi, hatta gazeteci olabilmektedirler.

Şimdi, sadece, iş ilanı zengin gözüksün diye, üniversite mezunu aramak, zaten işsizlik yüzünden sıkıntılı olan ülkemizde belirli bir yüzdeyi hiçe saymak olmuyor mu? Buradaki amacım gerçekten ihtisas gereken işler için verilen ilanları eleştirmek değil. Ancak bir kasiyer, bir satış temsilcisi ararken bile, bu konuda esnek olamamanın, üniversiteyi etiket olarak kullanmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Üstelik, bazen üniversite mezunu olmak da yetmiyor. "İyi" bir üniversite olmalı. Burada iyiden kasıt, Türkiye'nin belli başlı okulları ya da yurtdışı kaynaklı bir okul. Bir de üzerine master ve doktora gerekiyor.

Eğitim hayatı boyunca yarış atı gibi yetişen çocuklar, büyüdüklerinde de farklı bir durumla karşılaşmıyorlar işte. Bu kez, hangisi daha iyi üniversiteyi kazanırsa, üzerine cila niyetine master ile doktorasını bitirirse, hatta ve hatta yetinmeyip "double degree" (çift lisans) yaparsa o zaman en harika işi kapmış oluyor. Aileler artık rahat nefes alabilir!

İkinci iş ilanı klasiği ise dil durumu. İngilizce mutlaka şart koşuluyor. İşe yarasın, yaramasın, işin gereği olsun olmasın, lisan bilmek her zaman artı puan. Ben de artı olmasına karşı değilim, bir lisan bir insan tabii ki, ancak yine vasat pozisyonlu iş ilanının içinde bir madde olarak yer almasına tahammül edemiyorum. Üstelik, en kurumsal firmalarda bile kariyer yönetimi çok net yapılamadığından, sözkonusu şirketlerde İngilizce bilen kişiler bu özelliklerini kullanabilecekleri yerlerde çalışamıyorlar. Dil tazminatı aldıkları için maaşları da diğer çalışanlardan fazla oluyor. Ancak herkesin yaptığı işleri yapıp, yabancı dillerini kullanmamış oluyorlar, dolayısıyla aynı iş aynı maaş ilkesine ters düşülmüş oluyor. Sadece yabancı dil bilmek önemli değil, eğer bu, kişiyi diğerlerinden ayıran bir özellikse, mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor.

Yine bazı firmalar bu yabancı dil olayını da abartmış durumda. Sadece tek bir lisanla yetinmiyor, 2. bazen de 3. lisanı tercih sebebi yapabiliyorlar. Mesela; İngilizce'nin, Almanca'nın yanısıra pek az kimsenin bildiği Çince gibi bir dili konuşabiliyorsanız, bir sürü adayın önüne geçebildiniz demektir. Firmanız ithalat-ihracatla uğraşmıyor, orta ölçekli, yurtdışı bağlantısı olmayan bir pazarlama şirketi ama, olsun!

Yaş konusuna da değinmeden geçemeyeceğim. Kitapta da yazıldığı gibi, yurtdışında yapılan iş başvurularında ayrımcılık olarak görüldüğünden genelde doğum yılı belirtilmez. Kişinin nitelikleri, yetenekleri ile işe uyumluluğu, yaşının önüne geçer. Bizde bu kural pek geçerli değil. Genellikle, son işe alım yaşı 30-35 arasında. Tabii, belirli bir yaşa kadar edindiğiniz iş tecrübeleri ile yaptığınız kariyer, şirketler arası transferlerde iş ilanına gerek olmaksızın özellikle daha üst düzey pozisyona talip olup, oraya geçmenizi sağlıyor. Bizim konumuz ise, iş hayatında belirtilen yaşa kadar iyi bir noktaya gelememiş, ancak ilanlarla umut arayan, mülakatlara girmek için çırpınan kişiler. Bir de kadın çalışanlar, çocuk sahibi olduklarında, kariyerlerine geçici bir süre ara veriyorlar. Geri dönmek istediklerinde ise, bu yaş engeline takılabiliyorlar. Bu da işkolik kadınları aile mi yoksa kariyer mi seçimine zorluyor.

Bir diğer konu olan esnek çalışma saatlerine uyum sağlayabilmek demek, kitapta da belirtildiği gibi, uzun mesai saatleri demek. Bazen bunun karşılığını maddi olarak alabiliyorsunuz, bazen de bütün emeğinizin üzerine soğuk su içmeniz gerekebiliyor. Peki yurtdışında nasıl? Onlar disiplinin getirdiği çalışma düzeniyle sabah tam saatinde işlerine başlıyorlar, gün boyu sadece ve sadece işle ilgileniyorlar, mesai bitiminde ise dakika geçirmeden masalarından kalkıp evlerine gidiyorlar. Bu, elbette, gelişmiş bir ülkedeki çalışan profili.

Gerçekten gün boyu deli gibi çalışıp üzerine fazla mesai yapanları dışarıda tutarak, bizdeki durumun birazcık farklı olduğunu belirtmek istiyorum. Gün boyu toplam çalışma süremiz olan 8-9 saatin en az yarım saatinde özel telefon görüşmeleri yapıyor, bir o kadar da iş arkadaşlarımızla sohbet ediyoruz. Sigara, çay, kafa dağıtma molaları da cabası. Bunlar olmasın diyecek kadar acımasız değilim, ancak ortalama 5-10 dakika olması gereken bu kısa aralar, 20-25 dakika oluyor. Bunun sonucunda gün içinde bitmesi gereken işler bitmiyor ve kaçınılmaz olarak fazla mesai yapılıyor. Bütün bunların sonunda da şikayet eşliğinde hak edilmeyen fazla mesai parası talep ediliyor. İşveren, çoğu zaman işin farkında olduğundan, bu parayı ödemeyi reddediyor. İşte o zaman da gerçekten işler yetişmediği için mesai yapıp, bu parayı alması gereken de hakkını alamamış oluyor. Sizce adaletli mi?

En çok da yeni mezun konusuna takılıyorum. Yeni mezunlar, aslında iş alanında en şanssız olanlar. İş ilanlarını şöyle bir gözünüzün önüne getirin...En az 5 yıllık deneyim maddesini buldunuz hemen değil mi? Peki ironik olduğunu düşünmüyor musunuz? Yeni mezun genç bir aday, her işyeri en az 5 yıllık tecrübe ararken, nerede başlayıp bu yılları dolduracak? Eh, artık hemen kendi işyerini açar, kör topal idare eder, batmaz da sağ kalırsa 5 senenin sonunda işyerine kilit vurup, herhangi bir iş ilanına başvurur. Üstelik referans derdi olmadan...

Bu kitabı, iş görüşmesine girecek olan kişilerin mutlaka okuması gerektiğine inanıyorum. Profesyonel bir insan kaynakları yöneticisi olan kitabın yazarı, her bölüm sonunda, bir mülakatta yapılması ve yapılmaması gerekenleri küçük notlar halinde sıralamış. Her ne kadar önsözünde, bu kitabı iş arayanlar için yazmadığını ifade etse de, iş başvurusu yapacak adayların, bu önerilerden azami fayda sağlayacaklarını umuyorum. Böylece, yukarıda sayılan özelliklerin hepsine birden sahip olmasalar bile, edinecekleri bu bilgilerle rakiplerinin bir adım önüne geçebilirler belki, kimbilir?




1 yorum:

Unknown dedi ki...

bu yazılanlar kitabın özeti mi yoksa okuyan bir kişinin görüşleri mi?